Biz bir yerlerdeyiz.
Hayat bir yerlerde…
Bambaşka yollarda akıyoruz.
Bazen karşılaşır gibi oluyoruz.
Ama çabuk kaybediyoruz.
Farkında olmadan, farkına varmadan sadece akıyoruz.
İnsan, mekân, zaman, eşya, su akıyor.
Suyun farkına varamadan abdestler akıyor.
Nimetin farkında olamadan öğünler akıyor.
Yolu fark edinceye kadar adımlar tükeniyor, nice şehirler geride kalıyor da, hiçbir şehre varamıyoruz.
Biz bir yerlerdeyiz, hayat bir yerlerde.
ÖNCE İNSAN
Rasulullah s.a.v. Efendimiz Amr b. As r.a.’ı bir gazada ordu komutanı olarak tayin etmişti. Gaza dönüşü Amr r.a. Efendimiz s.a.v.’e gelerek sorar:
– Ya Rasulallah, insanlar içinde en çok kimi seversiniz?
Efendimiz s.a.v. buyurur:
– Aişe’yi severim.
Amr r.a. yine sorar:
– Sonra kimi seversiniz?
Efendimiz s.a.v.:
– (Hz. Ebu Bekir r.a.’ı kastederek) onun babasını severim, der. Amr r.a.:
– Ebu Bekir’den sonra kimi seversiniz, diye sorar. Efendimiz s.a.v.:
– Hattab oğlu Ömer, der.
Rasulullah Efendimiz böyle birkaç kişiyi daha sayar ve Hz. Amr sükût eder. Çünkü sıra bir türlü kendisine gelmemiştir. Oysa Amr r.a. ilk önce kendi ismini zikredeceğinden öylesine emindir ki…
Neden Amr, Efendimiz s.a.v.’in en çok kendisini sevdiğini düşünmüştür? Elbette bir gazaya ordu komutanı olarak tayin edilmiş olması etkilidir. Fakat daha önemlisi, Allah Rasulü’nün her kime yönelirse tüm benliğiyle yönelmesi, her kimi dinlerse can kulağıyla dinlemesidir.
Öyle samimi, öyle içtendir ki, konuştuğu herkes, bu dünyada en çok beni seviyor, der. Çünkü O, insanın farkındadır.
Peygamber s.a.v. Efendimiz’in sevdikleri arasında üçüncü olarak zikrettiği Hz. Ömer r.a. bir grup insanla şehirde dolaşırken, yaşlı bir hanım sahabi olan Havle r.a.’a rastladı. Havle, Hz. Ömer’i durdurdu. Hz. Ömer r.a. ona doğru yaklaştı, eğildi, ellerini de omzuna koydu. Havle r.a. anlattı, Halife Ömer dinledi, dinledi… Ve ne istiyorsa yerine getirdi. Sonra gruba katıldı. Gruptan birisi:
– Ey Müminlerin Emiri! Kureyş büyüklerini ihtiyar bir kadın için nasıl bekletirsin, dedi. Hz. Ömer r.a. kızdı:
– Yazık sana! O hanımın kim olduğunu biliyor musun? O, Allah’ın derdini yedi kat gökler ötesinden dinlediği Salebe’ninkızı Havle’dir. Allah’a yemin ederim ki, akşama kadar yakamı bırakmasaydı, şikâyetini dinleyip işini görmeden yanından ayrılmazdım.
Öyledir… Dertli, yaşlı bir hanım vardır; zaman durur, işler durur, Halife durur, Kureyş büyükleri durur.
HAYATI DUAYLA TATMAK
Ne kadar hızlı akıyor günler, mevsimler ve ne kadar çok sahip olduklarımız, bize sahip olanlar…
O kadar çabuk kazanıyor ve o kadar çabuk kaybediyoruz ki, ne elimizden kayıp gideni, ne elimize düşeni hissediyoruz.
Ne tatmaya, ne kazanmaya, ne şükretmeye vaktimiz oluyor.
Öyle çok yeniye sahip oluyoruz ki, yeni bir eşyayı fark edip, şükrünü eda etmeye zaman bulamıyoruz.
Oysa Efendimiz s.a.v. yeni bir elbise giydikleri vakit, her nimetin bir emanet olduğunu hisseder, Rabbimize şöyle niyazda bulunurdu:
– Ey Allah’ım, hamd sana. Bu elbiseyi bana sen giydirdin. Bu elbisenin ve bu elbise neden yapılmışsa onun hayrını senden isterim. Bu elbisenin ve bu elbise neden yapılmışsa onun şerrinden sana sığınırım…
Yine Efendimiz s.a.v. kendisine turfanda meyve getirildiğinde onu alır, mübarek iki gözü ve dudakları üzerine koyar sonra şu duayı okurlardı:
– Allah’ım, bu meyvenin ilkini bize gösterdiğin gibi sonunu da göster.
HER ADIMDA DUA
Suya kapılmış bir çakıl taşı suyla ilgili ne bilir, kendini alıp bilmediği yerlere götürmesinden başka… Bilmeden, anlamadan yalnızca gider.
Zamanın önünde küçük bir çakıl taşı oluyoruz; fark etmeden günlere, gecelere, aylara gidiyoruz.
Hz. Ali r.a. ise zamanı durduruyor, anı hissediyor yeni ayı gördüğünde:
“Allah’ım senden bu ayın hayrını, fethini, yardımını, bereketini, rızkını, aydınlığını, temizliğini, hidayete vesile olmasını diliyorum. Onun şerrinden, onun ihtiva ettiği şerlerden sana sığınıyorum.” diye dua ediyor.
KENDİMİZİ FARK EDİYOR MUYUZ?
Bilâl-i Habeşi r.a. çöl sıcağının kavurduğu kumlar üzerindedir. Göğsü üzerinde kendinden daha büyük bir kaya vardır. Israrla “Dininden dön!” çağrıları yapılmakta, o bu çağrılara “Ehad, ehad!” (Allah birdir, Allah bir!) diye cevap vermektedir.
Ne o ağır kayayı hisseder Bilâl r.a., ne kızgın kumları… Çünkü o gönlünün, aslının farkına varmıştır. Suyu bulmuş, suya kanmıştır; susuzluk yakar mı onu, güneş yakar mı?
Emanetin ağırlığı altında ezilmektedir; o kaya değil, dağlar yüklense göğsüne yine “Ehad!” diyecektir.
Ve… “Namazı niyetine alan, yani gönlüne namazı yerleştiren kişi namazın içindedir.” diyor ya Efendimiz s.a.v…
Gönüllerimiz niyetlere gebedir.
Ve her adımımızda bir niyet gizlidir.
Sonra şöyle buyuruyor:
“İşlerin kıymeti ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan sadece odur.”
Hayatı fark etmeli.
Bu fark edişe ilk önce gönlümüzden, niyetlerimizden başlamalı.
Niyetleri taze tutmalı, diri tutmalı, güzel tutmalı.
Ki, gönüllerimiz dirilsin, hayat dirilsin.
Yoksa nimete sahibiz, tada değil.
Söze sahibiz, manaya değil.
Saatlere sahibiz, zamana değil.
Vakitler akıyor; dirilme vakitleri, özleme vakitleri, zikretme vakitleri…
Suya ve duaya yönelme vakitleri…